SALINCAK SALLANDIRMAYACAK
eski hikayeler
Salıncağa binmeyen yok gibidir.
Daha bebekken alışırız onun havasına.
Ya beşikte gider geliriz sağa-sola veya anne ayağında uykuya dalarken...
Biraz büyüyüp salıncakla tanışınca bu gelip gitmelerin yönü değişir. Yukarı-aşağı olmaya başlar.
Önce kısa mesafeler sonra ulu ağaçların gölgesinde "uçur beniiii!" demeler.
İnsan salıncağa bindiği zaman, bilerek veya bilmeyerek; bir kaç şeyin etkisi altına girer:
AĞACIN...
O salıncağa bindin ise; ağaca güvendin demektir. Dalın kaldırma kuvveti olacak, tam havadayken kırılmayacak.
İPİN...
Önce ipine sonra tipine bakacaksın. İpte bir yıpranma, kopma olmuş mu, ince mi kalın mı, seni çeker mi?! O da ağaç dalı gibi güvenli olmalı. Sen tatlı tatlı uçarken lifleri bir bir ayrılmasın. Allah muhafaza fena çakılırsın yere.
SENİ SALLAYAN KİŞİNİN...
Bu o kadar önemli ki! Seni mutlu edecek, havalara uçmanı sağlayacak biri mi?! Yoksa tedbirsiz ve boş bir anını kollayıp sen henüz hazır değilken, sallanman için değil de düşmen için iten bir düşman mı?!
ÜSTÜNE OTURDUĞUN TAHTA...
İnsanın, mâbâdını koyduğu yer de önemli. Karşımıza yine "kaldırma kuvveti" çıkıyor. Diğerleri ne kadar güvenli ve sağlam olursa olsun tahta çürük çıkarsa gene yerdesin.
Dengeli yerleştirilmiş olmalı. Ondaki "yamukluk" seni de yamultur. Oturduğun zaman ip kenarlardan kesmeyecek. Yoksa, dar ayakkabı giymiş gibi dünyan daralır. İstediğin mutluluğu bulamaz, çabucak inersin.
HAVA ŞARTLARI...
Fırtınalı veya aşırı sıcak bir havada, yağmur veya kar'ın altında salıncağa binen "normal bir insan" gördünüz mü?!
MANZARANIN...
Bazı salıncaklar vardır ki, senin yerde göremediğin güzellikleri yukardan bakınca bulmanı sağlar. Kuşlar gibi doyumsuz bir manzaraya kanat çırparken, aşağılara kuş bakışı bakarsın. Bulunduğun yerden az da olsa uzaklaşman, geride kalanları daha net gösterir sana.
Arada bir geriye dönüp, bakman lâzım. Arkanda kimler var, diye...
KENDİNİN...
Sanırım her şey "kendinde" başlıyor ve bitiyor. Bütün bu hesaplamaları yapan; kendini de yoklayan, kollayan, ipe sımsıkı sarılan, dengeyi ayarlayan sen olacaksın. Bu salıncak seni mutlu mu ediyor, mideni mi bulanıyor?! Sallanırken iç âleminde neler oluyor?! Kılık-kıyafetin müsait mi?! Sağlam oturup, ipe iyice yapıştın mı?! Sallanmaya hazır mısın?!
Eğer ona bindiysen; bu ortaklara da "güvendin" demektir...
Her şey yerli yerinde ve sen güzel güzel sallanırken birden bire düştünse; demekki "farkettirmeden" ipi kesen biri var.
Bunu görmek ve hesap etmek nerdeyse imkânsız. Artık "kader" deyip düştüğün yerden kalkmaya bakacaksın.
Kırık-çıkık, yara-bere olmadan kalktıysan şükredeceksin. Yapacak bir şey yok..! Sen bütün tedbirleri almıştın, değil mi?! O hâlde gerisi Allah'ın takdiri. Bunda da vardır bir hayır.
Hayat salıncağa benzer.
Güvenilir biri arkandan güç verir, havalara uçar, mutluluk veya hayal aleminde gider gelirsin.
Rüzgar tatlı tatlı eser, sefkatl okşar yüzünü. Ağaç dalındaki meyvelere uzanırsın. Nazlanır, eline gelmezler. İkinci, üçüncü hamleyi yapar, kopartırsın. Yerde bulamadığını gökte bulursun sanki.
Kimi zaman her şey yerli yerindedir de iç âlemin rahat durmaz. Bir şeyler mideni bulandırır...
Bazen de tam birine ardını verecek olursun, ortadan ikiye ayrılır. Çürüdüğünü veya seni kaldıramadığını o zaman anlarsın.
Salıncağın en büyük özelliği; gelip-gitmesidir.
Hayatta da öyle olmuyor mu?! Bazı an'lar, sıkıntılar, nimetler, dostluklar, düşmanlıklar, pişmanlıklar, mutluluklar ve hüzünler...
Geliyor, gidiyor... Gidiyor, geliyor...
Kısır bir döngünün içinde buluyoruz kendimizi.
Hayat salıncağa benzer...
Bazı şeyler ne kadar güzel gitse de bir gün inme vakti gelir.
En güzeli; "kendini iyi bilmek", ineceğini bile bile binmek ve düşmeden inmektir.
Salıncak dediğin, sallayacak ama sallandırmayacak.
Rabbim, her şeyi tadıyla ve kararında yaşamayı nasip etsin.
Umduklarımıza nail, korktuklarımızdan da emîn eylesin...
2.nci HİKAYE
Ninemden Eski Zaman Hikayeleri - 1.
Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
"-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.."
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce:
"-Baba anneciğim, gel beraber yiyelim!.." dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
"-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!" dedi.
Evin gelini:
"-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer." dedi.
Yaşlı kadın: "-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır."
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
"-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!.." dedi.
Yaşlı kadın söze başladı: "-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!.."
Torunu: "-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!" dedi.
"-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum.
Hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi.
Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı.
Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı."
Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
"-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdil!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde...
Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.
Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı.
Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine... Leylâ mahcup bir şekilde:
"-Evet anneciğim." diyebildi.
Torunu: "-Baba anneciğim, şimdi facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!.."
"-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?"
"-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar..."
"-Yavruuum, sen neler diyorsun?
"-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada...
Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Utanmadan gelir. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."
Gelini: "-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı." dedi.
Torunu kaşığı sessizce bırakıp:
"-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!" dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti...
0 Yorum